Gelecek Tasavvuruma Karışma!

diktatör
Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanı, Beştepe Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde bir grup tarihçi ve siyaset bilimci ile yemekli bir toplantıda bir araya geldi. Katılımcılar arasında Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Rasim Özdenören, Mehmet Şevket Eygi, Ertuğrul Düzdağ, Kadir Mısıroğlu ve Yavuz Bahadıroğlu, Sinemacı Mesut Uçakan, Hattat Hasan Çelebi ile eski bakanlardan Hasan Celal Güzel, Vehbi Dinçerler ve Hasan Aksay bulunmaktaydı. Cumhurbaşkanlığı makamından yapılan açıklamaya göre katılımcılar “Millî Mirasımız ve Gelecek Tasavvurumuz” temasını ele aldılar.
Toplantıya CHP cephesinden gelen tepki burada zikre değer. CHP’liler Cumhurbaşkanlığı sofrasında Atatürk’ün manevi şahsiyetine saldırdığı iddia edilen Kadir Mısıroğlu’nun bulunmasına içerlemişler. Onlara göre bu sofra Atatürk’ün sofrasıdır ve onun mirasını zedeleyecek misafirler buraya davet edilemez. Yani Kadir Mısıroğlu bu sofrada bulunmazsa sorun ortadan kalkabilir. Yoksa CHP’nin Cumhurbaşkanlığı sofrasında Türkiye toplumu için bir gelecek tasavvuru yapılmasıyla ilgili bir sorunu yoktur. Nitekim Atatürk de Çankaya sofrasında dönemin önde gelen tarihçi, edebiyatçı ve sosyal düşünürlerini bir araya getirip Türkiye toplumu için “gelecek tasavvuru” yapmaktaydı.
Cumhurbaşkanlığı sofrası kamusal bir mekandır ve temel insan haklarına zarar verdiği somut delillerle ispat edilmemiş tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve yabancı misafirler bu sofrada konuk edilebilir, edilmelidir. Bu çerçevede, sadece iktidara yakın bilim, sanat, spor insanları ve sivil toplum temsilcileri değil, muhalifler de dâhil, toplumun tüm kesimlerinden temsilciler bu sofraya davet edilmelidir. Sadece Sünni Müslüman ve heteroseksüel vatandaşlar değil, Alevi, gayr-ı Müslim, ateist ve eşcinsel vatandaşlarımız da bu masada ağırlanmalıdır. Öte yandan, bu sofrada veya Başbakanlık sofrası gibi bir başka kamusal mekânda vatandaşlarının temel haklarını ellerinden aldığı bilinen yabancı otoriter devlet başkanları misafir edilmemelidir.
Evet, Cumhurbaşkanının kamu kesesinden sofra kurup vatandaşları ağırlaması kabul edilebilir bir şeydir. Kabul edilemeyecek olan şey, bu sofrada Cumhurbaşkanının bizim kesemizden bizim için bir “gelecek tasavvur etmeye”, bize “ideal hayatlar biçmeye” yeltenmesidir. Bu bir sosyal mühendislik projesi, bireylere kendi seçimleri olmayan bir hayatı dayatma teşebbüsüdür.
Hatırlanacağı gibi bundan birkaç yıl önce AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu geleceğin liberal paydaşların kabul edemeyeceği bir “inşa dönemi” olacağını ilan etmişti. Bu gelecek inşasının içeriği hakkında da Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanlığı döneminde yaptığı konuşmalara ve icraatlara baktığımızda ipuçları bulmaktayız. Buna göre gelecek, dindar bir nesilden kızların ve erkeklerin ayrı evlerde yaşadığı, alkol tüketmediği, dindar olmayanların da alkol tüketiminin zorlaştırıldığı, kürtajın hukuki olarak zorlaştırılıp, fiili olarak da engellendiği, Bülent Arınç’ın dediği gibi, kadınların kamusal alanda kahkaha atmadığı, mümkünse en az 3 çocuk dünyaya getirip onları yetiştirmekle meşgul olduğu bir gelecek olacaktır. Kısacası, dinin belli bir yorumunun toplumsal hayatta başat rol oynadığı bir toplum tasavvuru. Tabii ki, bunun gerçekleşmesi için de kamusal kaynakların, eğitim, medya, sosyal yardımlar eliyle seferber edilmesi söz konusu olacaktır.
Bu yaklaşımın esasen, Atatürk’ün Çankaya sofrasında dönemin tarihçi ve siyaset düşünürlerini etrafına toplayarak Türkiye toplumu için bir “gelecek tasavvuru”, “ideal yaşam biçimi” kurgulamasından farkı yoktur. Atatürk ve yakın çevresi, Türkiye toplumu için seküler bir yaşam tasavvurunu idealize ederek yukarıdan aşağıya toplumu şekillendirmeye teşebbüs ederken, bugün Tayyip Erdoğan ve çevresi din temelli/muhafazakâr bir yaşam tarzını idealize edip yukarıdan aşağıya toplumu şekillendirmeye teşebbüs etmektedirler. Her iki yaklaşıma göre de toplum kamusal kaynaklar kullanılarak devlet eliyle dizayn edilebilecek bir şeydir.
Oysa toplum çok farklı ahlaki kabullerin, yaşam tarzlarının var olduğu çoğul bir yapıdır. Bu, insanların yaratılışları gereği biricik olmasından kaynaklanmaktadır. Her birey bir diğerinden farklıdır ve farklı eğilimlere sahiptir. Bireyler kendileri ile benzer zevklere, eğilimlere sahip olan başka bireylerle bir araya gelip hayatlarını sürdürürler. Bu çerçevede kimi bireyler dindar yaşam tarzları ile mutluluğu bulduğuna inanarak kendileri gibi inanan diğer insanlarla bir araya gelirken, başkaları daha seküler yaşamlarda mutluluğu arar. Bu farklı hayat tarzlarını sürdüren insanlar kendileri gibi olmayanların yaşamına müdahale etmediği sürece hoşgörülmelidirler. Bu noktada devletin görevi, bir yaşam tarzını kollayıp diğerlerini bastırmak veya gelişmelerini engellemek olmayıp, farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabileceği ortamı yaratmaktır. Bunun için de devletin yapması gereken, Adam Smith’in ifade ettiği gibi polisi ve askeri ile güvenlik; mahkemeleri eliyle adaleti tesis etmek ve bazı temel alt yapı hizmetlerini sunmaktır. Bunun ötesine geçip, devlet bireylerin hayatlarını düzenlemeye kalktığında sonu gelmez huzursuzluk ve çatışmaların yolu açılmaktadır. Nitekim bizim ülkemizde geçmişte merkezî devlet, vatandaşın ne konuşacağına, nasıl giyineceğine ve yaşayacağına müdahale ederek mağduriyetler yarattı. Bu mağduriyetler bugüne değin gelen huzursuzluk ve çatışmalara yol açtı. Ne hazindir ki, geçmişte kendileri mağdur edilmiş olanlar, bugün ele geçirdikleri kamusal otorite ile vatandaşların kimlerle yaşayacağına, ne içip içmeyeceğine ve ne zaman ve ne sıklıkta doğum yapacağına müdahale ederek yeni huzursuzluk ve çatışmaların tohumlarını atmaktadır.

Ankara En İyi Avukat MCT Hukuk, Avukat Mesut Can TARIM, Ankara, Balgat