ÖNCESİ VE SONRASIYLA 1 KASIM SEÇİMLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

davutoğlu
7 Haziran’dan dört ay sonra yenilenen seçimlerde AK Parti %49,4 gibi yüksek bir oranla 317 milletvekili çıkarmayı başardı. Muhalefet tümüyle başarısız kalırken, MHP en fazla oy kaybeden parti oldu. Her seçimden sonra yapıldığı gibi sonuçlar çeşitli açılardan tartışılıyor, tahliller yapılıyor. Kuraldır, başarının çok sayıda sahipleneni olur; başarısızlıksa sahipsizdir, ortada kalır. Nitekim sonuçların açıklanmaya başladığı seçim akşamından itibaren, AK Partililer zafer coşkusu yaşarlarken, seçimin açık ara mağlubu muhalefet partilerinin genel başkanlarından sorumluluğu üslenmek yerine, bunu AK Parti’nin hukuk ve kural tanımayan baskılarına bağlayan, görevlerini sürdüreceklerini belirten açıklamalar yapılmaya başlandı.
1 Kasım seçimleri ortaya her bakımdan dikkatli incelenmesi gereken bir tablo ve cevaplandırılması gereken sorular getirdi. Dört ay zarfında milyonlarca seçmenin tercihi neden değişti? 13 yıllık iktidar döneminde iktisadi, siyasi ve hukuki bir çok konuda kendi içerisinde bile hesaplaşması yapılmamış sorunlar yaşayan AK Parti, seçmen nezdinde kendini ibra ettiği anlamına gelen dört milyondan fazla oyu nasıl aldı? Partlerine “değerler” üzerinden bağlı iki milyondan fazla MHP’li seçmeni AK Partiye oy vermeye iten faktörler nelerdir?
7 Haziran’da HDP’nin aldığı ödünç oyların iki puanlık kısmının CHP saflarından çıktığı tahmin ediliyordu. HDP bu seçimde 2,3 puan oy kaybetti; ama bunlar CHP ye değil AK Parti’ye yöneldi. Neden? Anlaşılıyor ki HDP’ ye mezhebi ve ideolojik mülahazalarla kayan CHP kökenli seçmenler, bu partide kalıcı oldular. Muhafazakar diye tanımlanan Kürt kökenli seçmenlerin bir bölümü, PKK şemsiyesi altındaki partide kalmak yerine, eski yuvalarına dönmeyi tercih ettiler. Bununla beraber HDP’nin etnik, mezhebi ve ideolojik bir pota halinde sosyolojik bir zemine sahip olduğu görülüyor.
Başbakan Davutoğlu’nun gerek seçim gecesi, gerekse sonraki konuşmalarından taraftarlarının taşkınlık yapmalarını engelleyen, diğer partilileri kışkırtmaktan kaçınmalarını isteyen sözleri doğru bir tavırdır. Çünkü AK Parti her iki seçmenden birinin oyunu almış olsa da, toplumun diğer yarısıyla derin psikolojik sorunlar yaşıyor; iktidara karşı öfkeli, tepkili, tedirgin olan ve toplumun yarısını oluşturan bu kesimi bir kenara iterek, yok sayarak ülkeyi yönetmenin imkansızlığını Sayın Davutoğlu da görüyor. Taraftarlarının yapması muhtemel taşkınlıklarıyla onların daha fazla incitilmesinin yol açacağı tehlikeleri önlemek istiyor. Ancak Başbakan’ın bu tavrının olumlu sonuç vermesi her şeyden önce iktidarın icraatına, tutumuna bağlıdır. üçdört yıldır parti içerisinden organize edilen, yönetilip yönlendirilen medya organları, troller, kalemler dizginlenebilecek mi? Yukarıdan yürütülen gerilim politikalarından vazgeçilecek mi? Davutoğlu’nun ortamın yumuşatma isteği onay alacak mı? Varlıklarını, sıfatlarını ve konumlarını karşıtlarını ezmek, yok etmek üzerine kurgulayan kalemşörler, müşavirler, savaşçı politikacılar ortamın normalleşmesine izin verecekler mi, göreceğiz.
1 Kasım da seçmenin tercihini belirleyen en önemli faktörün “huzur ve istikrar” isteği olduğu söylenebilir. 7 Haziranda koalisyon kurulmamış olmasından tedirgin olan esnaf, tüccar, sanayici yani maişetinin peşinde olan insanlar, siyasi belirsizliğin devamı ve hükümetsiz kalma endişesi içerisinde, politikalarını tümüyle onaylamasa bile AK Parti’ye oy verdi.
Diğer taraftan AK Parti’nin çözüm süreci konusunda U dönüşü yapması, yakın zamana kadar yerden yere vurduğu güvenlik politikalarına öncelik vermesi, PKK terör örgütüne karşı etkili operasyonlar başlatılması, Türkiye’nin bütünlüğü ve bekası konusunda endişeli olan geniş toplum kesimlerinde olumlu karşılandı. Seçimden önce yapılan bazı tahminlerde sonuçları milliyetçi oyların belirleyeceği öne sürülüyordu. Bu tahmin doğru çıktı. MHP kendi tabanını motive edecek, güven verecek etkili bir politika izlemekte, halkla bağlantı kurmakta yetersiz kalınca, 7 Haziran’da oy aldığı iki milyondan fazla seçmen AK Partiyi tercih etti. İronik olan, milli hassasiyetlerinden kuşku duyulmaması gereken bu insanların, tercihlerini değiştirirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve bazı parti yöneticilerinin çözüm sürecinin zarar görmemesi için valilere, kamu görevlilerine hareketsiz kalmaları talimatı verdikleri yolundaki açıklamalarının anlamını ve sonuçlarını düşünmemeleridir.
Seçmenin 4 ay zarfında tercihinin büyük ölçüde değiştirmesinde belki de esas neden MHP Genel Başkanı’nın 7 Haziran gecesinden itibaren yaptığı açıklamalar, izlediği politikalardır. İki ay önceki bir yazımızda “Ana muhalefet partisi olma tercihi MHP’ye gönül veren, iktidar ümidini taşıyan, kendini buna hazırlayan parti tabanını ne kadar ikna edebilir. Her siyasi partinin taraftarların hedefi muhalefette kalmak değil iktidar olmak, en azından iktidarın bir parçası haline gelmektir. “ demiş ve eklemiştik: “ Bir koalisyonun içerisinde yer almak, her konuda görüşlerin, hedeflerin hatta bazen ideolojilerin tam olarak örtüştüğü anlamına gelmez. MHP’nin kırk yıllık tarihi içerisinde bu durum çok defa yaşanmıştı”
MHP Genel Merkezi’nde seçim çalışmaları ile ilgili incelemeler yapmak üzere çalışma başlatıldığı duyuluyor. Dileriz bu girişim samimi, gerçekçi ve objektif bir özeleştiri yapılmasına yol açar. Böylelikle herkesin nerede yanlış yapıldığını görmesine, anlamasına ve düzeltmeye çalışmasına kapı aralanmış olur. Ama şimdiye kadar olanlara bakıldığında bu beklentinin temenniden öte geçerliliğinin olmayacağı söylenebilir.
Türkiye’de siyasi partiler yasasının oluşturduğu ortamın yanı sıra, siyasi kültürümüz, alışkanlıklarımız genel başkanları tek söz sahibi ve otorite kılıyor. Siyaset yapmak, patisinde bir yerlere gelmek, Meclis’e girmek isteyen bir kişinin genel başkanıyla tartışarak, itiraz ederek hedefine ulaşması mümkün değildir. Bu yüzden başkan bir konuda iradesini ortaya koyduğu zaman, çevresindekiler bunun yanlış olduğunu söyleyemezler; onaylamak, desteklemek kuralına uyarlar. Oysa siyaset ortak akıl ürünü olarak yürütüldüğü, danışmaya önem verildiği ölçüde verimlidir. Halkı, seçmeni heyecanlandıracak, ümitlendirecek, vizyoner politikalar, projeler sunmak yerine, sürekli tekrarlandığından etkisini kaybeden, altı doldurulamayan sığ hamasetten ibaret söylemlerle geniş toplum kesimleri kazanılamaz. Fakat maksat küçük çaplı bir muhalefet hareketi olarak kalmaksa bu tablo başarı olarak algılanabilir.
Özgüveni cesareti olmayan, sosyal ilişkiler kurmaktan çekinip içine kapanan, yetersizliğini ve psikolojik sorunlarını makamının sağladığı otoriteyi kullanarak, yapay bir sertlikle maskelemek suretiyle genel başkanlık yapılabilir; fakat asla lider olunamaz.
Yakın siyasi tarihimizde ANAP ve DYP örneklerinde olduğu gibi, tükenme noktasına gelmeden makamından ayrılmayı düşünmeyen genel başkanlar, sonunda sadece kendilerini değil partilerini de bitirmişlerdir.
AK Parti 1 Kasım seçimlerindeki başarısıyla aslında çok ağır sorumluluklar yüklenmiş bulunuyor. Seçim sonuçları mevcut sorunlarımızı ne kapatabilir ne de kendiliğinden azaltabilir.
Türkiye, öncelikle yüz yıldır hiç yaşamadığı büyüklükte bir güvenlik, bütünlük ve beka sorunuyla karşı karşıya bulunuyor. Beş yıldır çözüm adına ısrarla izlenen politikaların ülkeyi, toplumu ne hale getirdiği ortada. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırıldığının ilanı, aslında yapılan yanlışların sürdürülemeyeceğinin anlaşıldığı anlamına geliyor. Güvenlik güçlerimizin, asker ve polisimizin son aylarda başarıyla sürdürdüğü operasyonlarla PKK’ya ağır darbeler vuruldu. Şehir yapılanmaları, özerk bölgeler kantonlar kurma hayalleri engellendi. Ama sorun bitmedi terör örgütünün siyasi kanadı bu operasyonlardan sonra bile Cizre’de yüzde 93, Yüksekova’da, Hakkari’de, Diyarbakır’da buna yakın oy aldı. Silvan, Lice, Silopi gibi pilot bölge olarak seçtikleri yerlerde halâ sokağa çıkma yasağı ilan edilme gereği duyuluyorsa, kamu otoritesi bölgede tam olarak kurulamamışsa terörün belinin kırıldığını söylemek erken olur.
Türkiye’nin dört yıllık Ortadoğu ve özellikle Suriye politikalarının başarısızlığı ortadadır. Güneyimizde küresel güçler tarafından yeni bir jeopolitik yapı oluşturulurken, Türkiye devre dışında bırakılıyor. Suriye’nin kuzeyinde fiili bir PKK- PYD devletinin oluşturulmasını engelleyemiyoruz. Mısır ile ilişkilerimiz, akli ve gerçekçi politikalar yerine Müslüman Kardeşler muhabbetinden kaynaklanan duygusal kriterlerle yürütülmeye çalışıldığından kopma noktasına geldi.
İran ve Rusya ile de çıkarlarımızı olumsuz etkileyen gerginlikler yaşanıyor. Batı dünyasında Türkiye’nin otoriter bir rejime evrildiğine, basın özgürlüğünün kalmadığına ilişkin kanaat giderek kökleşiyor. İki milyondan fazla Suriyeli sığınmacının varlığı sosyal ve ekonomik hayatımız, toplumsal huzur ve güvenliğimiz açısından her geçen gün hızla büyüyen ağır bir problem olarak karşımızda duruyor. Bir süre sonra krize dönüşecek olan bu mesele ile ilgili ciddi bir çalışma yapılmıyor. Projeler hazırlanmıyor.
Ekonomimizin kronik yapısal sorunları devam ediyor. AK Parti’nin 13 yıllık iktidar döneminde ithalata, finansa, iç tüketime ve inşaata dayalı yapıyı üretime ihracata, teknolojiye dönüştürecek güçlü bir hamle yapılamadı. Milli gelirimiz beş yıldır yerinde sayıyor; patinaj yapan Türkiye ekonomisinin orta gelir tuzağına düşmesini önlemek giderek güçleşiyor. Yeni Ak Parti hükümeti geleneksel politikalarını terk ederek mevcut rantiye düzeninin katılaşan kalıplarını kırmak maksadıyla köklü yapısal reformlara yönelecek kararlılığı gösterebilecek mi? Sırtlarını kamu kaynaklarının talanına dayamış olan, kolay yollardan büyük servetler edinme alışkanlığı kazanan yakın çevre, bu düzenin değişmesine, atılım yapılmasına izin verecek mi?
Merkez Bankası ile birlikte BDDK, TMSF gibi bağımsız kuruluşların 2001 krizinden sonra devreye girmeleriyle siyasi baskılardan nispeten kurtulan Türkiye ekonomisinin, bu kuruluşlara son yıllarda yapılan müdahalelerle nasıl etkilendikleri, yalpaladıkları ortada. Kurulacak hükümet, stratejik öneme sahip bu kuruluşları siyasi vesayetten kurtaracak ilkeli ve rasyonel bir tavır benimseye bilecek mi? Devletin başlıca idari ve ekonomik kurum ve kuruluşlarını, üst bürokrasiyi hak edenlere değil, “sadakat” esasına göre seçilen niteliksiz insanlarla dost ve ahbaplarla dolduran “siyasi kabilecilik” zihniyeti etkili olduğu sürece, ciddi bir reform ve atılım yapılmasını beklemek hayal olur.
Ülkemizde halen çok ciddi bir “hukuk devleti ve yargı” sorunu yaşanıyor. 1961 Anayasasıyla demokratik bir atılım yaparak “kuvvetler ayrılığına” geçen Türkiye’den, son yıllarda çıkarılan yasalarla, düzenlemelerle sistem fiilen değişmiş bulunuyor. Yargının Adalet Bakanlığı’nın vesayeti altına girmiş olması, hakim teminatının uygulamalarla ortadan kaldırılması, siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen karar veren bir hakimin yerinin kolayca değiştirilmesi yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığıyla bağdaşan bir durum değildir. Sayın Davutoğlu hükümeti kurarken Türkiye’nin normalleşmesi, kutuplaşmanın giderilmesi, toplumsal gerginliğin azaltılması açısından öncelikle bu konunun üzerine gitmelidir. Türkiye’nin hukuk devleti olmasını gölgeleyen yasal ve idari engeller vakit geçirilmeden ortadan kaldırılmalıdır. Sulh Ceza Hakimliği sisteminin doğurduğu hukuki sorunları kimse görmezlikten gelemez. Yapılan araştırmalarda yargıya güvenin halen diplerde olduğu görülüyor. Bu tablo demokrasimiz adına elem vericidir. Ülkemizin ve milletimizin huzuru, güvenliği ve istikrarı açısından bu sorunun acilen çözümlenmesi gerekiyor.
Somut bir örnek vermek gerekirse; hangi gerekçe ile olursa olsun Koza-İpek Grubuna yapılan operasyon hukuk sınırlarını aşan bir uygulamadır. Sayın Davutoğlu “rövanşist olmayacağız” sözünün gereği olarak bu operasyonun etraflı şekilde incelemeli, hukukun gereğini yapmaya çalışmalıdır. Binlerce çalışanı bulunan 22 şirkete ve medya kuruluşlarına niteliği tartışmalı sıradan bir bilirkişi raporu esas alınarak, doğrudan iktidar partisi içerisinden ve çevresinden kayyumlar atanarak adeta infaz yapılması, yasanın öngördüğü hukuki bir işlem olmaktan çıkıp, Osmanlı’nın mutlakiyetçi dönemlerinde siyaseten infaz edilmesi gerekli görülen devlet ricalinin mallarının müsaderesini (el konulmasını) anımsatan bir uygulamaya dönüşüyor. Tanzimat ile son verilen bu tarz işlemlerin 21. yüzyılda Türkiye’de yaşanması hukuk devleti ile bağdaşan bir durum değildir.
Ülkemizde geçmiş yıllarda, özellikle darbeler döneminde yönetimlerin yargıyı infaz ve cezalandırma vasıtası olarak kullandıkları olmuştur. Ama bir süre sonra ne Yüksek Adalet Divanı’nın ne de 12 Eylül savcı ve hakimlerinin kararlarının hükmü kalmıştır. Hukuk kendi mecrasında mağduriyetleri telafi etmek, adaleti tesis etmek üzere gerekeni yapmıştır. Fakat yargı üzerinden yaşanan haksızlıkların vebali o dönemdeki yöneticilerin üzerlerinde kalmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni anayasa ve başkanlık sistemini yeniden gündeme getirmesi hükümet sözcülerinin bunun vazgeçilmez hedefleri olduğunu açıklamaları, konunun önümüzdeki dönemin ilk gündem maddesi olacağını gösteriyor. Bu arada HDP cenahından gelen açıklamalar “seni başkan yaptırmayacağız” söyleminin geçmişte bırakıldığını, yeni bir sayfa açmaya hazırlandıklarını gösteriyor. Kandil’in karar ve iradesi olmadan HDP’nin bu tavır değişikliğini sırf kendi iradesiyle yapmayacağı ortadadır. Güvenlik güçlerimizin etkili operasyonlarıyla ağır darbe alan “devrimci halk savaşı” kalkışmasının bir kere daha rafa kaldırmak zorunda kalan PKK-HDP toparlanabilmek için fırsat arıyor. Kışa girilirken mağaraları, barınma yerleri, erzak depoları yıkılan terör örgütünün nefes alacağı zamana ihtiyacı var. Hükümet yetkilileri operasyonların kışın da süreceğini açıkladılar. Ancak iktidar başkanlık konusunu ve anayasa değişikliğini gündeme getirmeye hazırlanırken, HDP’nin görüşmeye hazır oldukları mesajının nasıl değerlendirileceği önem taşıyor. Terörün bitirildiği gerekçesiyle sürecin yeniden başlatılması, İmralı’nın devreye sokulması sürpriz olmaz. Muhalefet partileri seçim sonuçlarının doğruluğu iç sorunlarıyla uğraşırken iktidar yeni anayasa ve başkanlık sistemine öncelik vererek, kamuoyunun dikkatlerini bu konuya çekerek esas sorunları ertelerse sıkıntılarımız daha da büyür, Türkiye’nin bunların altından kalması giderek zorlaşır.
Esas ülke sorunlarının üzerine yoğunlaşmak yerine, başkanlık sistemi gibi şahsi bir istek ve tutkudan kaynaklanan, her bakımdan büyük riskler içeren bir konunun öncelikli gündem meselesi yapılmak istenmesi son derece yanlıştır.
Bu konuda CHP ve MHP’ye büyük sorumluluklar düşüyor. Bu partiler bir an önce toparlanmalı, seçim yenilgisinin etkilerinden kurtulmalı, dikkatlerini ve enerjilerini ülkenin temel meselelerini çözmek maksadıyla ciddi emek ve çalışma ürünü olan projeler hazırlayıp kamuoyuna sunmalıdırlar. Türkiye’nin gündemi yıllardır Sayın Erdoğan tarafından belirleniyor. Muhalefet liderleri O’nun belirlediği kulvarda koştuklarının farkında olmadan sürekli cevap yetiştirmeye çalışıp durdular bu durum iktidarın Meclis’teki sayısal üstünlüğünü pekiştiriyor, büyük medya gücünün de desteğiyle, algı operasyonlarıyla kamuoyunun farklı konuları önemseyip değerlendirmesi engellenmiş oluyor. Muhalefet bu aşmazdan artık kurtulmalı, toplumda umut ve heyecan uyandıracak daha huzurlu ve mutlu bir gelecek anlamı taşıyan projelerle ortaya çıkmalıdır. Yapısal reformlar, yenilikçi tasarımlar, vizyoner bir siyasal duruş her zaman ilgi görmüş, taraftar bulmuştur.
Türkiye’de etkili bir muhalefetin varlığı iktidarın yanlışlarını düzeltmesi ve doğrulara yönelmesi için elzemdir.

Ankara En İyi Avukat MCT Hukuk, Avukat Mesut Can TARIM, Ankara, Balgat