İçimizde Düşman Yok!

baris-sembolu

Dün, 3H (Hürriyet, Hukuk, Hoşgörü) adlı Türkiye’nin en geniş kapsamlı liberal gençlik hareketinin “İçimizde Düşman Yok” adlı projesi çerçevesinde Ankara’da düzenlenen toplantıda konuşmacı olarak bulundum. Toplantının genel konusunun Türkiye’deki farklı kimliklerin siyasal ve sosyal alanda maruz kaldıkları hoşgörüsüzlük/ayrımcılık ve bu soruna verilecek liberal cevap olduğunu söyleyebilirim.

Bu toplantıda ortaya koyduğum fikirlerimi burada sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bilindiği üzere Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte, rasyonalist temelde bir ulus-devlet kurma projesi uygulamaya konuldu. Bu ulus-devletin dayandığı ideolojik çerçevenin sınırlarını büyük oranda Türk milliyetçiliği ve Fransız modeli laiklik anlayışı belirlemekte idi. Resmi ideoloji olarak ta adlandırılan bu çerçeve 1946 yılına değin bir tek parti eli ile uygulamada kaldı. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle bu sınırlar biraz yumuşatılmakla beraber varlığını devam ettirdi. 1960 Darbesi bu sınırları yine belirginleştirdi ve o sınırların aşılmamasını sağlamak üzere vesayet rejimi denilen siyasi düzeni inşa etti.

Bu rasyonalist ulus-devlet projesinin Türk milliyetçiliği politikası başta Kürtler ve gayr-ı Müslimler olmak üzere etnik olarak Türk olmayan vatandaşlarımızı mağdur etti. 1915 Tehciri ile birlikte sayıları önemli oranda azalmış olan gayr-ı Müslimlerin büyük bir kısmı da Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi ile yurdu terke zorlanmışlardı. Kalanlara Lozan Antlaşması çerçevesinde kimliklerini koruyabilecek kimi haklar verildi. Ancak bu anlaşma da tam olarak uygulanmayarak bu grupların mağduriyetleri devam etti. Kürtler, Çerkezler gibi Türk olmayan Müslümanlar ve Lozan Anlaşması’na dâhil olmayan Süryaniler gibi gayr-ı Müslim grupların mağduriyeti daha büyük oldu.

Fransız tipi katı laiklik anlayışı ise ister Müslüman olsun ister olmasın tüm dindar vatandaşların “din ve vicdan hürriyeti”ni zedeledi. Bunun sebebi, bu laiklik anlayışının dini devletin kontrolü altına koymak istemesinde yatmaktaydı. Bu anlayış neticesinde, Sünniler, Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer tüm inananlar mağdur edildi. Mesela Sünniler, kılık kıyafet kanunları, çocuklarını gönderecekleri okulları seçememesine yol açan tevhid-i tedrisat kanunu gibi kanunlarla mağdur oldular. Öte yandan Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kedilerini dışlaması, ibadethanelerini tanımaması nedeniyle mağdur edildiler. Gayr-ı Müslimler, vakıflarının mülklerine el konulmasıyla; yeni ibadethaneler kuramamakla mağdur edildiler. Esasen, bu katı laiklik anlayışı inançsız vatandaşları da mağdur etti. Nitekim ateistler, Diyanet İşleri Başkalığı gibi inananlara, onların da Sünnilerine hizmet eden bir kurumu finanse etmek için vergi vermekle, ayrımcılığa tabi tutulmakla mağdur edildiler.

Bugün 12 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarından sonra bu gruplardan Sünnilerin mağduriyetleri kısmen ortadan kaldırıldı. Bu iktidar döneminde başörtüsü sorunu, katsayı problemi gibi sorunlar çözüldü. Diğer dini gruplardan gayr-ı Müslimlerin durumları geçmiş dönemlere göre daha iyi bir noktaya geldi. Devlet tarafından el konulmuş kimi mülkleri iade edildi. Ancak halen Heybeliada Ruhban Okulu gibi, yeni ibadethane açma, eskilerini onarma gibi konularda kayda değer bir ilerleme söz konusu olmadı. Alevilerin ibadethaneleri halen devlet tarafından tanınmamakta, işe alımda ve yükselmede negatif ayrımcılığa uğramaktadırlar. Ateistlerin, çingenelerin, LGBT bireylerin durumlarında da sorunlar devam etmektedir.

Ulus-devlet yaratma çabalarının etnik alanda en fazla mağdur ettiği grup şüphesiz Kürtler oldu. Bu mağduriyetin neticesinde ortaya çıkan Kürt Meselesi Türkiye’nin en yakıcı sorunu olarak halen orta yerde durmaktadır. AKP Hükümeti ilk olarak 2009 yılında bu meseleyi çözme yolunda adım attı. Ancak, muhalefetin sert tepkisi ve Kürt tarafındaki zafer havasının Türk milliyetçisi kesimlerde yarattığı tepkiler AKP Hükümetinde oy kaybı endişesine yol açarak sürecin askıya alınmasına neden oldu. 2010 yılında gerçekleşen anayasa referandumuyla Barış Süreci ve diğer özgürlük problemlerini ortadan kaldırmak için uygun bir ortam doğdu. 2011 seçimlerine “sivil anayasa” ve demokratikleşme sloganı ile giren AKP %50lik oy aranı ile bu vaatlerini gerçekleştirebilecek bir siyasi güce ulaştı. Ancak, yukarıda da ifade ettiğim gibi, resmi ideolojinin mağdur ettiği kimlik gruplarından yalnız Sünni dindarların sorunlarını ortadan kaldırmaktan öteye çok az reform yaptı. Kürt Meselesi bağlamında yeniden başlatılan Çözüm Süreci önemli bir girişim idi. Bu sayede (11 Nisan Cumartesi günü yaşananlar hariç tutulursa) son iki yıldır Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK arasında ile bir çatışmasızlık hali hüküm sürdü. Bu hafife alınmaması gereken önemli bir kazanımdır. Fakat Sürecin fazlasıyla ağırdan alınması sonucunda, nihai bir çözüme ulaşılamadan Haziran 2015 seçimleri kapıya dayanmıştır. Barış Süreci’nin nereye evirileceği seçim sonuçları ile yakından ilişkilidir. Eğer, seçimlere bağımsız adaylar yerine parti olarak katılmaya karar veren Halkların Demokratik Partisi (HDP) baraj altında kalırsa, Barış Süreci’nin salimen nihai hedefe ulaşması oldukça güçleşecektir. Bu nedenle, Barış Süreci’ni destekleyen herkesin, görüşme masasının bir tarafı olan HDP’yi TBMM’de görmekte çıkarı vardır.

Son olarak, gerek etnik ve dini temelde gerekse kişisel tercihler neticesinde doğan kimliklerin mağduriyetlerini gidermeye yönelik çözüm arayışlarında temel referansımızın bireysel hak ve özgürlükler olması gerektiğini söylemeliyiz. Bu mağduriyetlerin telafisi temelde negatif ayrımcılığı ortadan kaldırma şeklinde olmalıdır. Bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması temel mağduriyetlerin çok büyük oranda çözülmesine hizmet edecektir. Bireysel özgürlük temelli yaklaşımın sorunu çözmede yetersiz kalması halinde grup hakları temelli yaklaşımlar gündeme alınmalıdır.

Ankara En İyi Avukat MCT Hukuk, Avukat Mesut Can TARIM, Ankara, Balgat