Otoriterleşme Sarmalı

otorite

Türkiye’nin yaklaşık olarak 2012 kışından bu yana bir otoriterleşme sarmalı içerisine girdiğini söyleyebiliriz. Bu öyle bir sarmal ki, bir otoriter adım, bu adıma muhatap olanların tepkisine ve bu tepki de yeni ve daha büyük bir otoriter adıma neden olmakta. Diyalektik bir şekilde devam eden bu süreçte otoriter adımlar gittikçe sıklaşmakta ve kat ettikleri mesafe de genişlemekte.

Otoriterleşme sarmalına doğru ilk adımın 2012 kışında o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın il başkanlarına yönelik yaptığı bir konuşmada Hükümet’in hedefleri arasında “dindar nesiller yetiştirmek” olduğunu ifade etmesiyle atıldığını söyleyebiliriz. Liberal demokratik ilkelerle uyumsuz bu niyet beyanının ardından 2012 yazını kürtaj tartışmaları ile geçirdik. 2013 baharı ise alkol tüketimi ve satışına çeşitli sınırlamalar getiren yasal düzenleme tartışmalarına sahne oldu.

Bu politika adımlarının ortak noktasının, onların devlet eliyle belli bir ahlak anlayışını pekiştirmek amacıyla atıldığı izlenimini vermelerinde yattığını söyleyebiliriz. Bu izlenime göre, Hükümet bu politikalarla daha muhafazakâr, İslami bir toplum yaratma amacına yönelik olarak kamusal imkân ve yetkileri kullanmaktadır. Pek tabii ki, bu durum liberal demokratik bir siyasal düzenin temel ilkelerine aykırılık taşır. Liberal demokratik bir siyasal düzende devlet tüm hayat tarzları karşısında eşit mesafede durur. Farklı hayat tarzları arasında ayrımcılık yapmaz. Kısaca bu, devletin tarafsızlığı ilkesidir.

Bu noktada, Türkiye’de AK Parti iktidarı öncesinde tarafsız bir devlet ve liberal demokratik bir siyasal düzen bulunduğunu ve bundan 2012den itibaren uzaklaşıldığını söylediğimiz anlaşılmasın.

AK Parti iktidarı öncesinde de Türkiye’de devlet tarafsız olmayıp Kemalist resmi ideoloji etrafında toplumu şekillendirmeye çalışıyordu. AK Parti’nin 2012’ye kadar olan icraatları vesayet rejimi adı verilen resmi ideolojiye dayalı düzeni büyük ölçüde tasfiye etmişti. Ancak, AK Parti’nin yukarıda saydığımız adımları, daha önce vesayet rejimi tarafından dayatılan bir yaşam tarzının yerine şimdi kendisi açısından makbul başka bir hayat tarzını dayatmaya başladığı endişesini yaratmıştır.

2013 yazında Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın inşa edilmesini protesto eden çevrecilere belediye zabıtalarının ve güvenlik güçlerinin sert müdahalesine karşı gösterilen toplumsal reaksiyonda ve daha sonra bu reaksiyonun Hükümete karşı genel bir tepkiye dönüşüp tüm ülkeye yayılmasında bu endişelerin de etkili olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, protestocuların bir kısmı hak temelli endişelerle değil ama geçmişte sahip oldukları hegemonik konumu kaybetmenin verdiği öfkeyle hareket etmekteydiler.

Hükümet, kendi hatalı uygulamalarının da yol açtığı bu kitlesel tepkiye sadece güvenlik güçlerini kullanarak cevap verme yolunu seçti. Toplumsal olayların kontrol edilmesinde pek tabii ki, güvenlik güçleri rol alacak, bireylerin can ve mal güvenliğini koruyacaktır. Ancak, aynı zamanda olayların nedenleri üzerine gidilip telafi edici önlemler almadan sadece güvenlikçi tedbirlerle olayları bastırmak, bir ateşin üzerine bir yorgan atmak gibidir. Geçici olarak ateşi kontrol ettiğimiz izlenimine kapılabiliriz. Ancak ateş alttan alta yanmaya devam edecektir.

2013 yazından bu yana Hükümet’in “yaşam tarzı fayındaki” kutuplaştırıcı eğiliminde değişme olmamıştır. Kasım 2013’te başlayan kızlı-erkekli evler tartışması bu endişeleri pekiştiren yeni bir halka olmuştur. 17-25 Aralık Süreci sonrasında “Paralel Yapı” ile mücadele adına Hükümet’in attığı adımlar yürütmenin özellikle yargı erkini kontrolü altına almasına imkân sağladığı ölçüde liberal, sol ve muhafazakâr demokratların endişelerini arttırmıştır. Son olarak, Hükümet’in Suriye’de IŞİD terör örgütünün Kobane’ye yönelik taarruzu karşısındaki tavrı, Türkiye’deki Kürtlerin tepkisine yol açarak 6-8 Ekim olaylarının ortamını hazırlamıştır.

Şimdi Hükümet’in tüm bu olup biten karşısındaki cevabı, İç Güvenlik Paketi’ni yasalaştırmak olmuştur. Güvenlik güçlerinin yetkilerini bir liberal demokratik rejimde kabul edilemeyecek oranda arttıran bu güvenlikçi yaklaşım, yorganın altında yanan ateşe benzin dökmek anlamına gelebilir. Belki de gelecekte küçük çapta kalabilecek toplumsal olaylar, güvenlik güçlerinin genişletilmiş yetkilerine dayanarak yapacakları müdahalenin neticesinde tepkisel olarak büyüyüp kitlesel boyut alabilir. Tabii bu da daha fazla güce başvurmayı doğuracak, böylece otoriterleşme sarmalında daha kötü bir aşamaya geçmemize yol açabilecektir.

Kanaatimce, bu otoriterleşme sarmalından çıkmanın yolu güvenlik güçlerinin yetkilerini arttıran güvenlikçi/devletin zor kullanma gücüne dayalı politikalardan değil, bireysel haklara saygıya dayalı, farklı yaşam tarzlarına hoşgörülü özgürlükçü politikalardan geçmektedir. Özgürlükçü politikalar sayesinde sekülerlik/dindarlık; Türklük/Kürtlük; Sünnilik/Alevilik temelli toplumsal fay hatlarındaki gerilimler minimize edilip toplumsal barış oluşturulabilecektir.

 

 

Ankara En İyi Avukat MCT Hukuk, Avukat Mesut Can TARIM, Ankara, Balgat