Barış sürecinin ardından

dolmabahçem

Bundan tam 9 gün önce, 20 Temmuz Pazartesi günü, Kobaneli çocukların son birkaç yıldır bomba ve silah patlamaları arasında yaşadıkları travmayı bir nebze dindirmek için topladıkları oyuncakları, kitapları onlara götürmek üzere yola çıkan 32 pırıl pırıl gencimiz canice bir saldırıdahayatlarını kaybettiler. Hepsi birer “barış meleği” oldular. Bu katliamın arkasında IŞİD’in olduğuna dair ciddi emareler var. Yine aynı gün PKK’nın açtığı ateş sonucu bir uzman çavuş şehit oldu.

Bundan tam sekiz gün önce, vatandaşların geceleri huzur içinde uyuyabilmesi için hayatlarını riske eden iki polisimiz evlerinde uyurken alçakça katledildiler. Bu cinayetleri PKK üstlendi.

Bundan altı gün önce Diyarbakır’da iki trafik polisine hain bir tuzak kuruldu ve açılan ateş sonucunda bir polisimiz şehit oldu.

Tüm bu can yakan gelişmelerin sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri IŞİD’e ve daha çok da PKK’ya yönelik operasyonların tetiğine bastı. Tüm ülke genelinde operasyonlar düzenlendi ve yüzlerce insan gözaltına alındı. Bu gelişmelerin neticesinde korkulan oldu ve tarafların karşılıklı restleri arasında “barış masası” bir kez daha devrildi. Böylece 21 Mart 2013’ten beri süren çatışmasızlık hali de sona erdi. Şimdi yeniden başa dönüldü. Şehit cenazelerini, hayatını kaybeden gençlerin anne babalarının isyanlarını gösteren haber programları oturma odalarımıza geri döndü.

Bu yazıda IŞİD meselesi üzerinde durmayacağım. Bu mesele başka bir yazının konusu olabilir.  Ben bu yazıda “Barış Süreci”nin bir muhasebesini yapacağım.

Değerli okurlarım, ben Türkiye’nin en yakıcı sorununun Kürt Meselesi olduğuna inanıyorum. Bu sorunu çözmeden ülkemize barış, huzur ve refahın gelmeyeceğini düşünüyorum. Bu sorunun çözülmesi Türkiye’nin en önde gelen meselesidir. Bu çerçevede Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümetlerinin yerinde bir yaklaşımla bu sorunun çözümü için girişimde bulunması takdir edilmelidir. Ancak, süreci başlatmaktan daha da önemli olan süreci başarı ile sonuca erdirmektir. Hali hazırda süreç başarısızlıkla sonlanmıştır. Bu başarısızlıkta gerek Hükümet kanadının gerekse de Kürt tarafının payı olmakla birlikte, en büyük payın Hükümet kanadında olduğunu düşünmekteyim. Abdullah Öcalan, HDP ve PKK’dan oluşan Kürt tarafında da başarısızlıktaki en büyük payın PKK’ya ait oluğunu düşünmekteyim.

Neden başarısızlık faturasının büyük payını hükümete kestim? Değerli okurlarım, 90’lı yıllar ile 2000’lerin ilk on yılında Türkiye’de Kürt meselesinin neden siyasi yollarla çözülemediğine ilişkin analiz yapıldığında, önemli açıklamalardan birisi “vesayet rejiminin kırmızı çizgileri” idi. Buna göre, Türk milliyetçiliği ve katı laikliğe dayalı “resmi ideoloji”nin koruyucusu konumundaki vesayet rejimi, Türk ulus-devletinin üniter yapısına halel getirebilecek tüm girişimlere karşı durmaktaydı. Bu çerçevede, Kürt dili ile ilgili yapılacak açılımlar, merkezi hükümet ile yerel hükümet arasındaki iktidar/yetki dağılımında yerel hükümetin lehine olacak güç bölüşümü gibi konular, vesayet rejiminin kırmızı çizgilerini oluşturmakta idi. Bu konular gündeme geldiğinde ya kudretli paşalar beyanat verir ya da bir kapatma davasını kucağınızda buluverirdiniz. Ancak, 2010 yılına kadar gerçekleşen reformlar ve 12 Eylül 2010 Referandumu ile vesayet rejimi çok büyük oranda tasfiye edildi ve sivil siyasetin Kürt meselesine çözüm getirmesinin önündeki engel ortadan kalkmış oldu.

Sivil siyasetin hareket alanının genişletildiği 12 Eylül Referandumundan sonra gerçekleşen ilk genel seçimde “yeni ve sivil bir anayasa” hazırlamayı ve Türkiye’yi demokratikleştirerek kronikleşen Kürt Meselesi, Alevi meselesi, gayr-ı Müslim azınlık hakları meselesi gibi konuları çözmeyi vadeden AKP %50’lik halk desteği ile büyük bir seçim zaferi kazanmıştı. Beklenen, AKP’nin halktan aldığı büyük destekle bu meseleleri hızla çözmesi idi. Üstelik ülke, 2001 ekonomik krizinden bu yana istikrarlı bir büyüme içerisine girmiş ve zenginliğin artması ile toplumun kendine güveni gelmiş ve geleceğe yönelik daha pozitif bir bakışa sahip olmuştu. Kısacası, Türkiye’nin en temel sorunlarının çözümü için siyasi ve ekonomik şartlar hiç olmadığı kadar uygundu.

Ancak, daha önce de ifade ettiğim gibi AKP bu olumlu koşulları çok büyük oranda kısır tartışmalar ve yanlış politikalar ile heba etmiştir. Türkiye’nin çok değerli bir dört yılını Sünni dindar vatandaşlarımızın sorunlarını çözmek dışında olumlu kullanmamıştır. Türkiye’nin en temel meselelerini çözmek için geniş toplumsal koalisyonlar kurmak gerekirken, AKP kadroları kürtaj tartışmaları, alkol sınırlamaları, dindar nesiller yetiştirme projeleri ile toplumu kutuplaştırmış, Gezi Süreci’ne giden yolun taşlarını dizmiştir. Gezi Parkı olayları patlak verdiğinde olayları bir an evvel sakinleştirip Barış Süreci’ne yoğunlaşmak yerine “%50’yi evde zor tutuyoruz” söylemi ile toplum daha da kamplaştırılmıştır.

Nihayet 17-25 Aralık’ta patlak veren yolsuzluk skandalını “yargı yoluyla Hükümete yönelik bir darbe teşebbüsü” olarak sunarak, yargıyı “darbecilerden”, “paralelcilerden” temizlemek adına, yargı erki üzerinde operasyonlar yapıldı. Özgürlük Araştırmaları Derneği(ÖAD) Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun’un International Spectator dergisinde yayınlanan makalesinde işaret ettiği gibi,adli kolluk yönetmeliğinin değiştirilmesi, HSYK yasasının Anayasaya aykırı şekilde değiştirilip oldu bitti ile HSYK’nın yürütmenin kontrolüne sokulması, Yüksek Yargıya yeni daireler eklenerek bunların “yürütme ile uyumlu” hale getirilmesi, hukukun en temel ilkesi “Tabii Hakimİlkesi”ni çiğneyerek Sulh Ceza Hakimlikleri’nin kurulması, 2004 yılında çıkan kanunla kişilerin ev ve iş yerlerinin aranabilmesi için gereken “makulşüphe” kıstasını 17 Aralık patlayınca önce “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” ye çevirip daha sonra tehlike geçip sıra rakiplere ders vermeye geldiğinde yeniden “makul şüphe” kıstasına çevirerek Türkiye’de zaten zayıf olan “Hukuk Devleti” geleneğinin köküne kibrit suyu döküldü.[1] Tüm bu eylemler neticesinde, Türkiye Uluslararası Hukuk Devleti Endeksi sıralamasında 2014’ten 2015’e bir yıl içerisinde 59.luktan 80.liğe geriledi.

Değerli okurlarım, hukuk devletinin olmayıp keyfi yönetimin olduğu bir ülkede 50,000 insanın canına mal olmuş 30 yıllık bir çatışmayı ilkeli bir şekilde çözmek mümkün değildir. Böyle netameli bir sorun, geniş toplumsal koalisyonların desteğinin olduğu, tercihen ülkede ağır bir ekonomik krizin olmadığı bir dönemde, hukuk devleti anlayışına dayalı olarakilkeler etrafında çözülebilir. Barış, çürük bir temel üzerine inşa edilemez.[2]

Sağlam bir temelin olduğu bir ortamda barışı inşa etmek için cesur ve ilkeli liderlere ihtiyaç vardır. Bir demokraside, böyle sorunların çözülmesi iktidarın kaybedilmesine bile neden olabilir. Ama ilkeli davranmak, sonucu seçim kaybetmek bile olsa sorunların üzerine gitmeyi gerektirir. Demokrasilerde partiler, “ülkemizin sorunlarına bir sonraki seçimde bize iktidarı kaybettirmeyecek kadar çözüm getireceğiz” diyerek iktidara talip olmazlar. Bu hususun çok güzel bir örneği Güney Afrika Cumhuriyeti’nin 1990’lı yıllardaki tecrübesinden verilebilir. Bilindiği gibi Güney Afrika Cumhuriyeti uzun yıllar siyahi nüfusun eşit vatandaşlık haklarına sahip olmadığı ırkçı Apartheid Yönetimi tarafından kontrol edilmekteydi. Bu ırkçı yönetime karşı Nelson Mandela çok uzun soluklu bir mücadele yürüttü. Ömrünün uzun bir bölümünü hapiste geçirdi. Ancak Mandela Güney Afrika’da barışı tek başına inşa etmedi. Barış, aynı zamanda, iktidarı sonsuza kadar kaybetmeyi göze alabilen Apartheid yönetiminin son devlet başkanı FrederikWillem De Klerk’in onurlu ve kararlı duruşu sayesinde mümkün oldu.  1989-1994 arasında devlet başkanlığını yürütüp, Apartheid yönetimine son veren De Klerk, Mandela ile birlikte 1993 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Evet, ne üzücüdür ki, başta Sayın Erdoğan olmak üzere AKP’nin siyasi liderleri Güney Afrika’da De Klerk’in gösterdiği cesaret ve feraseti sergileyememiş, barış yolunda çok önemli bir fırsat kaçırılmıştır. AKP liderliği barışı temel meselesi yapmak yerine Türk Tipi Başkanlık Sistemi’ni temel meselesi yapmış ve barış için gerekli olan demokratik koalisyonu genişletmek yerine daha da daraltmıştır.

Peki, bu sürecin başarısızlıkla sonlanmasında diğer tarafın hiç kusuru yok mu? Elbette var. Kürt tarafının kusuru Hükümet’e göre daha az olmakla birlikte onların da ciddi sorumluluğu var. Kürt tarafının içerisinde en sorunlu kısmın PKK/Kandil olduğunu düşünüyorum. PKK, devrimci şiddet ve terör gibi arkaik, çağdışı yollarla demokratik siyasetin yolunu kesen bir yapı. 7 Haziran seçimlerinin gösterdiği gibi Kürt hareketi şiddet yerine demokrasiyi seçtiğinde bunun Türkiye toplumunda bir karşılığı var. HDP’nin Meclis’te sahip olduğu 80 kişilik temsil ona Kürtlerin meselelerini barışçıl yollardan gündeme getirmek için ciddi bir güç sunmakta. Ancak kanımca Kürt topluluğu üzerindeki egemenliğini, iktidarını yitirmek istemeyen PKK elitleri, Kürt hareketinin bu sivil yüzünün kazandığı başarıdan rahatsız. Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP’nin başarısını kendi iktidarları için bir tehdit olarak görüyor olabilirler. Bu nedenle de ellerine geçen ilk fırsatta teröre yönelmekten, burada patron biziz demekten geri durmuyorlar. Oysa geçmiş 30 yıllık tecrübenin göstermesi gerektiği gibi şiddet yoluyla Kürtlerin haklarını almaları mümkün değil. Evet, eğer Kürt hareketi Türkiye’nin özgürleşmesine katkı vererek Kürtler de dâhil tüm Türkiye vatandaşlarının daha özgür ve müreffeh bir ülkede yaşamasını istiyorsa, PKK’nın Kürt sivil siyaseti üzerindeki vesayetini kırmalıdır. Bunun kolay olmadığını biliyorum. Ancak, geleceğe umutla bakmak için başka bir yol da olmadığını düşünüyorum.

[1]Ergun Özbudun (2015) Turkey’sJudiciaryandtheDriftTowardCompetitiveAuthoritarianism, The International Spectator: ItalianJournal of International Affairs, 50:2, 42-55.

[2] Çözüm Süreci’nde hem usule hem de içeriğe ilişkin olarak yapılan hatalar konusunda etraflı bir tartışma için, Özgürlük Araştırmaları Derneği kurucularından Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın 24 Temmuz 2014 tarihinde Zaman’da yayınlanan “Kürt Sorunu Çözülüyor mu?” başlıklı yorum yazısını okumanızı öneririm.

Ankara En İyi Avukat MCT Hukuk, Avukat Mesut Can TARIM, Ankara, Balgat